10 Haziran 2013 Pazartesi

SANDAL

Bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Adam yorgun, adam küçülmüş. Adamı küçültmüşler belkide. Zihninin her köşesinde tek bir kadın silip atamadığı, kurtulamadığı. Gözlerinde hüznü saklayan mutlu bakışlar, dudaklarında tatlı bir gülümseme. Bulutlar ardında parlayan güneş gibi, küçük ama mutlu adam…

Onu ilk öptüğü yerde, yıllar sonra onu bekliyor. Gelir belki bugünün hatırına diyerek bir sigara alıyor dudaklarının arasına, titreyen sokak lambasının altında yanan çakmağın aydınlığı sahneye çıkarıyor yüzündeki kırışıkları. Uzunca çekiyor sigarasından, dumanla saklıyor geçip giden yılları ve tutsak yıllar uçup gidiyor özgürlüklerine. İzmaritini ayağının altındaki gölete atıyor, ve yüreği ıslanıp dağılıyor sudaki izmarit gibi.

Caddelerin ötesinde bir köpek havlarken beynindeki uğultulara kulak kabartıyor. Çığlıklarla dökülen sözcükler duyuyor ama anlamıyor. Yaşanmışlığın, anıların, deneyimlerin çığlıkları olur demişti babam. Babam haklıymış diye düşünürken ben, yoldan geçen bir arabanın siyah kauçuk lastikleri su sıçratarak geçip gidiyor. Yüzüne tükürülmüş bir hırsız gibi başını önüne eğiyor sadece. Besbelli hayata isyan ediyor maskesinin altında. Belki bir kaç maskesi daha vardır ama bugün diğerlerini almamış yanına. Gülümseme maskesi gününde yağmur yağıyor iri iri ama usul usul.

Şemsiyeye tokat gibi inen her yağmur damlası geçmişe akan bir nehir oluyor ve adam nehrin kıyısında sallanan yeşil sandala binerek akıntıya teslim oluyor. Zaman geçmişe doğru hızla akıp gittikten sonra akıntı yavaşlıyor ve sandalı kıyıya doğru sürüklüyor...

Yıl 1962, mart ayının başları, erik ağaçlarında filizlenmeye yüz tutmuş çiçekleri sobeliyor güneş sevecen bir tavırla ve bir erik ağacının dallarının kol kanat gerdiği adam damalı bir taksinin geçmesini bekliyordu. Genç öğretmen ilk gelen araca binmezse ilk günden öğrencilerine rezil olacağını düşünürken yolun başında arkasında bir toz bulutunu savura savura gelen beyaz İmpala'yı fark etti. Telaştan hızla yaklaşan otomobilin önüne atladı birden, otomobilin keskin ve kararlı freniyle toprakta sürünen lastikleri son toz zerrelerini kaldırdıktan sonra birden durdu. Ortalığı kaplayan toz bulutunda cennetten sürgün bir ruh gibi kalan adam  bir kadın sesiyle irkildi.
"Ne yapıyorsun be adam!"
Sonra sessizlik, belirsizliğin sesi... Beyaz tenli, kara gözlü, kara kaşlı, kırmızı şapkalı ve siyah pardesülü kadına anlık saplanıp kaldı adam. Siyah saçlarının dalgalarında alabora olmak üzereyken;
"Afedersiniz, işe geç kalmak üzereyim. Beni şehrin çıkışındaki köye bırakabilir misiniz?" diyebildi.
Kadının kaşları çatıldı, kısa ve net,.
"Hayır!" diye cevap verdi.
"Ancak bugün benim ilk iş günüm, ilk günden öğrencilerime mahcup olmak istemiyorum."
"Öğrencileriniz mi?"
"Evet, ben bir öğretmenim. Daha doğrusu bugünden itibaren olacağım." Bunu duyan kadının alnında ki çizgiler yavaş yavaş yok oldu.
"Peki, buyurun o halde." Adam istediği olumlu cevabı almış olmasına rağmen bir kararsızlık yaşadı önce, sonra hızla çarpan yüreğinin sesini duydu. Yiyecek uzatılan bir kedi gibi ürkek adımlarla otomobilin yolcu koltuğundan taraftaki kapıya yöneldi. Kapının soğuk açma koluna dokunduğunda elinin alev alev yandığını hissederek kapıyı açtı. Krem üzerine mavi çizgili konforlu koltuğa oturduktan sonra, el çantasını dizlerinin üzerine alıp kapıyı kapattı. Altı adet silindirin güçlüyüm ben diye bağıran homurtusu duyulmaya başladığında, adam başını öne eğdi ve ne sağa ne de sola baktı. Kalbinin gümbürtüsünün motor sesini bastırmasından korktu. Bir kaç dakika her ikisi de tek söz etmediler. Kadının sorusu sessizliği bozan ilk adım oldu.
"Demek bir öğretmensiniz?"
"Evet yeni mezun oldum. İlerde ki köye atandım ancak bir lojman olmadığı ve kiralayacak bir ev bulamadığım için şehrin bu yakasından bir ev tuttum. Bugünde aksilik hiçbir taksi geçmedi."
Kadın gülümseyerek;
"Peki dönemin ortasında değil miyiz? Nasıl oluyor da ilk iş gününüz olabiliyor?"
"Öğretmen okulunu bitirdikten sonra askerlik görevimi yapmak üzere başka bir şehre gönderildim. Orada askerliğimi subay olarak yaptım. Askerden terhis edildikten sonra beni yıllardır öğretmensiz olan bu okula gönderdiler. Yılın ilk dönemi kaybedilmiş olsa da geri kalan bir dönem bile buradaki çocuklar için yarardır diye düşünüyorum." Adam bunları anlatırken kadın can kulağıyla adamı dinliyordu.
"Anladım beyefendi." dedi kadın dinlediğini göstermek için.
"Eğer haddimi aşmayacaksam sizin ne işle uğraştığınızı sorabilir miyim hanımefendi?"
"Ben bir veterinerim. Sizin okulunuzun köyüne yakın bir köyde babamın çiftliği var. Tüm zamanımı orada geçiriyorum."
"Büyük bir çiftlik olmalı." dedi arabanın içinde gözlerini gezdiren adam. Kadın gülümseyerek;
"Evet büyük bir çiftlik."
Otomobili yeni boy atmaya başlamış bir ekin tarlasının önünde durdurdu kadın. Tarlanın karşısındaki küçük sarı boyalı yapıyı göstererek;
"Okulunuz burası olmalı."
"Evet burası. Beni getirdiğiniz için çok teşekkür ederim efendim. Yolunuz açık olsun." dedi adam otomobilden inip kapıyı kapatırken.
"Mühim değil, iyi dersler öğretmenim." dedi kadın.. Otomobil hareket etmeye başladığında, gözden kayboluncaya kadar arkasından baktı adam, kadının bembeyaz kar üzerindeki iki küçük siyah kuş gibi beyaz tenini süsleyen kara gözlerini düşünerek. Otomobil virajı dönüp kaybolunca, okula doğru yürümeye başladı Tahta kapıyı eliyle itip okulun tahta çitlerle çevrili avlusuna girdi.
Sarı boyalı tek katlı yapının içerisinden yoğun bir uğultu duyuluyordu. Adam hızlı hızlı adımlarla okulun kapısına yöneldi. Kapının girişine geldiğinde onu veliler karşıladı, hoşgeldin merasiminden sonra sınıfa girdi adam. Sadece birinci sınıflar vardı okulda. Çocukların yaşları altı ile on bir arasında değişiyordu. Okula tam zamanında başlayan altı ve yedi yaşında olanlar şanslıydılar. Büyükler ise öğretmensizlikten okula başlayamamışlar ya da ebeveynleri şehirdeki okula göndermemişti. Mesleğinin ilk gününde istekli öğrencilerle karşılaşan öğretmen okuldan şehre bir köy minibüsü ile döndü.

İkinci gün erik ağacının yanındaki durağına daha erken çıktı adam. Köye gidecek minibüsü beklerken beyaz İmpala önünde durdu. O gün kadın adamı her gün köye kadar bırakabileceğini söyledi ve her gün bu böyle rutinleşti. Her gün biraz daha samimileşiyorlardı. Her gün biraz daha kalpleri birbirlerine ısınıyordu. Boş zamanlarda kiraladıkları sandalla denize açılıyorlardı. El ele her gün yeni bir umuda adım attılar.

Dönemin son gününde, adam beyaz atlı prensesini ellerinde çiçeklerle bekliyordu. Kadın gelince arabadan inmesini rica etti, önce elindeki laleleri verdi prensesine, ardından maaşını biriktirerek, yemesinden içmesinden kısarak aldığı yüzüğü uzattı kadına, dilinden uzun bir dönemi ifade eden kısa cümle dökülüverdi;
"Benimle evlenir misin?" Kadın ne diyeceğini bilemiyordu, aylardır ona ilk defa sevgi ve şefkat gösteren, yüzünü aylardır gülümsemeyle dolduran adama bakıyordu. Fısıltıyla;
"Evet." diye yanıt verdi erik ağacının dallarının altında.
Bu evet yıllarca beraberliklerinin mührü oldu. Önce bu evliliğe sert bir şekilde karşı çıkan, şimdiye kadar bir kez olsun sevgi göstermeyen, sevginin sadece para ile sağlanacağı düşüncesiyle hareket eden ailesini reddetti kadın. Sahildeki bir balıkçı lokantasında denizin şahitliğinde evlendiler.

Yirmi bir yıl mütevazi bir yaşam sürdüler. Kadın köyde veterinerlik yaparak destek oluyordu kocasına, kısıtlı bütçeyle de mutlu olunacağının sembolü oldular yeryüzüne. Kendileri çocuk sahibi olamasalar da kendi çocuklarıymış gibi seviyorlardı köydeki her çocuğu. Eğitiyorlar, öğretiyorlardı çocukları bir fidanı sulayıp büyütür gibi. Her hafta sonu sahile inip küçük sandallarıyla denize açılıyorlardı, denizi çok seviyorlar, mavi ile süslüyorlardı hayatlarını. Bir gün kara bulutlar sardı dört bir yanı, evliliklerinin on dokuzuncu yılında kadın kansere yakalanmıştı. En büyük desteği kocası olmuştu yine. Zor geçen iki yılını hep gülerek geçirdi kocasıyla. Adam onu bir akşam okuldan döndüğünde koltukta elinde gazetesiyle ölü bulduğunda bile gülümsüyordu kocasına teşekkür edercesine.

Usul usul yağmur yağarken, en önde omuz veriyordu adam karısının tabutuna. Dört bir yanında ona destek için gelen öğrencilerine ve köy halkına gözlerinde yaşlarla bakıyordu. Yağmurla ıslanmış çamur olmuş kara toprağı anca bir kürek atabildi adam eşinin üzerine, mutluluğun sembolüne. Bacakları titriyordu, sonra dizlerinin bağı çözüldü birden. Bir mezar taşının üzerine oturttular adamı. Çamurla örtmeye başladılar kadının üzerini. Çığlıklar atıyordu adam yüreğiyle, "Gömün beni de" diye yankılanıyordu beyninde her çığlık. Kadının mezarı tamamen kapatıldıktan sonra;
"Yalnız bırakın beni lütfen." diye rica etti adam kalabalıktan titreyen sesiyle. Karısının mezarının önünde diz çöktü, bir tek söz edemeden çamuru okşuyordu karısının saçlarını okşar gibi. Yağmur altında uzunca bir süre mezarın başında tek söz etmeden kaldı. Gecenin karanlığı çökünce yavaşça ayağa kalktı, amaçsızca küçük adımlarla yürüyordu. Kendini sahilde her zaman karısıyla denize açıldıkları yeşil sandalın başında buldu bir anda. Adımlayıp oturdu her zamanki köşesine, karısının yerindeki boşluğu izledi uzun uzun. Dalgalar sandalı sallaya sallaya uzaklaştırdı sahilden. Denizde sürüklenerek başka bir kıyıya yanaştı sandal. Adam doğrulup kıyıya adımını attı.

Yıl 2013, bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyor. Sokak lambasının altında siyah bir şemsiye ve şemsiyenin altında siyah paltolu, siyah fötr şapkalı bir adam. Yüzü yerde, yere bakıyor. Eskiden sırtını dayadığı erik ağacının yerine dikilen sokak lambasına dayıyor sırtını, uzaklara bakıyor beyaz İmpalayı görmek umuduyla...