27 Mart 2013 Çarşamba

RÜZGAR ANNE

Suya düşen umutlarıma hüzünlü bir keman sesi eşlik etti.

Kuruyup dökülen yapraklar gibi dökülmüştü umutlarım yaşam ağacımdan ve bitmek bilmeyen bir keman solosu başlamıştı tenimin her bir gözeneğinde. İskemlemi biraz daha yeşil boyası kabarıp dökülmeye yüz tutmuş pencereye yaklaştırdım. Sararmış yapraklarla bezenmiş ağaçların altında yemyeşil yapay çimler uzanıyordu. Az ilerki caddede kırmızı ışıkta duran arabaların etrafında, üstünde kahverengi bitlenmiş bir kazağı ve eskimiş dizleri yırtılmış gri kumaş pantolonu olan yedi sekiz yaşlarında küçük bir çocuk elindeki mendil dolu poşeti sallaya sallaya dört dönüyordu. Görüntüler birer fotoğraf karesi gibi zihnime yansıyarak geçip gitti. Derin bir iç çekip ayağa kalktım. Yürümeyi yeni öğrenen bebekler gibi bir kaç adım attım, oturma odası dört adım sonra son buldu duvara baktım, anlamsızca, sadece baktım. Geri dönüp bir dört adım daha attım, tekrar geri dönüp bir dört adım daha, her bir voltada daha fazla gıcırdıyordu sanki rabıtalar.

"Lanet olası ev! Bir gün sende yıkılacaksın başıma." dedim nefret dolu bir sesle, başım döndü, dört duvar bir o yana bir bu yana sallandı. Alelacele paltomu sırtıma geçirdim, ahşap kapıyı açıp mozaik merdivenlere attım kendimi, hızlı adımlarla indim basamakları ikişer ikişer. Dış kapıdan çıkınca soğuk bir yel merhaba dedi yanaklarıma. Zaten kim selam verirdi bana soğuk rüzgardan başka. Dönen başımı durdururum diye göğe baktım, gri bulutlar yer yer kaşlarını çatarak baktılar bakışlarıma. Caddeye çıkmak için önümdeki mesireliğe ilerledim, çimlere oturup ezen genç bir çifte ters ters baktım. Sonra kıskançlığımı ele vermemek için başımı çevirip yoluma devam ettim. Banklarda insanlar vardı, zihnimde silüetlerden başka bir şey ifade etmeyen insanlar. Caddeye çıkıp sola döndüm. Biraz rahatladığımı hissedip ellerimi ceplerime sokarak ağır adımlarla karo taşlı kaldırımdan ilerlemeye koyuldum. Kaç sokağı geçtim, ne kadar yürüdüm, etrafımda neler oldu bilmiyorum. Denizi görünce zihnimdeki düşünceler dağıldı, karşıya baktım, karşı kıyıya, farklı hayatlara baktım. Vızır vızır işleyen caddeden karşıya geçerek sahilde bir banka oturdum. Dalgalar öfkeyle kıyıyı yumrukluyordu. Bir vapur çığlıklar atıyordu karşıdaki iskelede.

"Bir mendil alır mısın abi?" 

Bu kelimelerle irkildim, gözlerimi uzaklardan çekip önümdeki küçük insan silüetine baktım yedi sekiz yaşlarında bitlenmiş kahverengi bir kazak ve dizleri yırtılmış eski gri bir kumaş pantolon giyen bir çocuktu. Eski ayakkabılarından çıplak ayakları görünüyordu. Yavaşça başımı kaldırıp yüzüne baktım; beni kahverengi dudaklarındaki gülümsemeyle karşıladı. Ben sadece baktım, amaçsızca, sadece baktım. Çocuk gülümsemeye devam ediyordu. Celladına gülümseyen bir idam mahkumu gibi. Neden bilmiyorum elim cebime gitti, çıkardığım bir lirayı hiçbirşey demeden çocuğa uzattım, karşılığında diğer elime bir mendil tutuşturdu. Arkasını dönüp sekerek onbeş yirmi metre ilerdeki simitçiye gitti. Her sekişinde mendil dolu naylon poşeti kalçasına vuruyordu. Bir simit alıp, kaldırım taşına oturdu. Gözlerimle çocuğu takip ettiğimi daha sonra farkettim. Yüzündeki gülümseme nasıl birşey öyle, nasıl oluyor da bu hayatına rağmen böyle sevecen böyle neşeli. Oturduğum banktan nasıl olduğunu anlayamadan kalktım, sanki kutsal bir güç beni zorluyormuş gibi hareket ediyordum. Ayaklarım çocuğun olduğu tarafa doğru ilerliyordu. Sonunda kendimi yanı başındaki kaldırım taşına otururken buldum. Çekinerek bana çevirdi başını.

"Merhaba delikanlı!" dedim. Başını sallayarak karşılık verdi. Ne soracağımı ne diyeceğimi bilemedim. Uzun bir duraksamadan sonra;
"Annen baban yok mu senin?" Bu arada elindeki simitin yarısını bölerek bana vermişti. Şaşırdım ama hoşuma gitti.
"Annem öldü benim." dedi sesi titreyerek.
"Peki ya baban?"
"Hiç tanımadım ki."
"Yalnız mı yaşıyorsun, nerede kalıyorsun?" diye sordum.
"Bulduğum yerde." diye cevapladı kısaca. "Bulduğum yerde yaşıyorum, kimsem yok benim. Yazları kolay, bütün banklar, bütün çimenler benim. Ama kışları biraz zor oluyor abi." dedi gülümseyerek.
"Ama mutlusun?"
"Neden olmayayım?"
"Yani hiçbir şeyin, hiç kimsen yok. Ama mutlusun. Gülümsüyorsun. Sürekli gülümsüyorsun."
"Gülümsemek beleş ki abi." dedi yine gülümseyerek.
"İyi ama bir şey seni mutlu etmeden mutlu olamazsın."
"Beni mutlu eden çok şey var."
"Ne mesela annen yok, baban yok. Bir çocuk annesi babası olmadan nasıl mutlu olur?" diye sordum şaşkınlıkla.
"Deniz var, bak martılarda var. Çok mutsuz olursam simit atarım onlara."
"Oyuncağı olmayan çocuklar gülmez." dedim kendimden emin.
"Oyuncağım yok ama köpeklerim var sokaklarda." dedi. "Oyuncağı olan çocukların köpekleri de var mı?"

Şaşkınlıktan zihnim tamamen uyanmıştı. Neydi onu bu kadar olgun yapan, sokaklar bu kadar olgunlaştır mıydı bir insanı?

"Ben artık gideyim abi, bu mendillerin hepsini satmalıyım bugün." dedi elindeki naylon poşeti göstererek. Ayağa kalktı, gülümseyerek son bir defa bana baktı. Gitmek için bir kaç adım atmıştı ki;

"İyi ama küçük, bunların hepsi annenin bir kez saçlarını okşamasıyla aynı şey mi?" diye sordum. Yavaşça bana döndü. Yüzü ilk defa düşmüştü. Sesi titredi yine cevap verirken.

"Annem rüzgar oldu benim, rüzgarda mı okşamaz saçlarımı? Ben biliyorum ne zaman rüzgar olsa, yel çıksa annemin ruhunu getirir bana, annemde saçlarımı okşayıp geçer gider rüzgarla." 

Bunları söylerken gözlerini gözlerimin içine dikmişti. Sanki kara gözleri oyup geçti gözlerimi, yüreğime nüfuz etti. Sözlerinin sonunda birbirimize gülümseyerek baktık ve arkasını dönüp seke seke uzaklaştı. Bir ara sokağa girinceye kadar arkasından baktım. Sonra ayaklarımı uzatarak çimlere oturdum. Gözlerim denize daldı, denizin üstünde kanat çırpan martılara, karşı kıyıya baktım.

Soğuk bir rüzgar esti saçlarımı okşayarak. Gülümsedim!

TABUT


Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Cennette yaşayan küçücük çocuklardı, hayalleri evrene sığmayan. Sokaklarda özgürce koşup oynayan, meleklerin koruduğu tanrı parçacıklarıydılar. Terli terli su içip hasta olmayan doğa üstü yaratıklardı her biri. Düştükleri zaman büyürlerdi. Kahve içince kararmaktan korkarlardı. Külahta dondurma yerlerdi, külahın sivri kısmıyla dondurmacılar kulaklarını karıştırıyor diye üstünden az ısırır dibini çöpe atarlardı. Meybuzuna maç yaparlardı. Seksek oynarlardı serçeler gibi seke seke. İçinden taso çıkan cips alırlardı mahalle bakkallarından, bazen üter bazen ütülürlerdi. Tekme tokat kavga ederler, sonra ateri oynamaya giderlerdi. Susam sokağı en büyük eğlenceleriydi. Geceleri rüyalarında "top kesici" amcalar teyzeler görürlerdi öcü olarak. Haa, birde bayramlıklarına sarılıp uyurlardı. Bacasından duman tüten ev resmi yaparlardı bu çocuklar. Yere düşen ekmeği üç kez öpüp başlarına koyarlardı, ne bir eksik ne bir fazla üç kez üç. Sonrada kemirirlerdi az ucundan ucundan. Kirli ellerle meyve yerler, mikropta kapmazlardı. Leblebi paylaşırlardı, "bi sana bi bana, bi sana bi bana" diye diye. Bir şeyi çok beğendiler mi “yaşasın!” diyen çocuklardılar ve  mutluydular her daim, hergün çikolata yiyemeselerde mutluydular.

Etraflarına, küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Önce çizgi film büyüleri yaptılar onlara, pikaçu olup camdan atladılar ama düşünce büyümediler. Biraz daha büyüyenler yanlış eğitim sistemleriyle karşılaştılar. Hayalleri odalara kapatılıp üstünden kilitlendi. İki kere iki beş eder dediği için tokat yediler. Neden beş diye soran olmadı. Beden eğitimini, müziği, resimi değil matematiği seveceksin diye programlandırıldılar. Sınavlara koşuldular yarış atları gibi.

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Üstü çikolata kaplı, çubuklu dondurmalarla tanıştılar, para üstüne sakız veren bakkal amcalarını terk edip süperhipermarketlere gittiler,. Gitmişken tik işaretli pabuçlar aldılar. Misket oynanmazdı bu marketlerde, bovlingle tanıştılar. Büsbüyük hamburgerler vardı burada, hepsini yiyemeyecekleri kadar büyük hamburgerler.

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Büyüdüler, ekranlı, sihirli kocaman kutularla tanıştılar, “dave” oynadılar. Devrialem yaptılar kutularıyla. Ahh ah ne sihirliydi zamanla küçülüp cebe giren o kutu, ne muhteşem bir oyuncaktı. Saatlere büyü yapan bir sihirbaz mıydı yoksa? Yok artık “Kaplumbağa Terbiyecisi!”

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Feysi, tiviti koşup geldi gogıl amcanın ardından. “Arkadaş kasmak, takipçi kasmak” diye bir şey çıkardılar ceplerinden. Hediyelerle geldiler, Noel Baba mıydı onlar? Beğenin dediler, beğendirin dediler. Popüler olun yalnız kalmayın dediler. Özgürlük getirdiler tüm çocuklara!

Küçük küçük tuğlalarla ördüler koca koca duvarları…

Ağaçlar nerde? Ağaçları görüyorduk… Dalları, yaprakları vardı, yeşildiler falan. Nereden geldi bu koca koca duvarlar? Pencere nerede? Işıkları kim söndürdü?  Işıkları kim söndürdü? Işıkları kim söndürdü?